7 Mayıs 2017 Pazar

"Büyük Gerileme Karşısında Neler Yapılabilir?" -1

Bizi yataklarımızdan çıkaracak, yüzümüzü geleceğe çevirecek, anlamsızlık ve dehşetle örülü yıkıntılar arasında tozu dumana katılmış geçmişin farkında olarak eyleme gücümüzü harekete geçirecek olan arzu, Nietzsche'nin romantik kötümserlik olarak ifadelendirdiği "derin ıstırap çeken, mücadele eden, eziyet gören; en kişisel ve hususi olanı, ıstırabının nevi şahsına münhasırlığını yasa ve zorunluluk haline getirmek isteyen; her şeyin üzerine kendi suretini, çektiği işkencenin imgesini basarak, nakşederek, dağlayarak öcünü alan kişinin zorba istenci" olmayacak. Bizi sokağa çıkaracak, mücadele ve direnme gücü verecek, gidecek bile olsak gidene kadar yaşama kudreti verecek olan arzu "Nietzsche'nin de çağırdığı Dionysosçu kötümserlik- "yıkmaya, değişime, yeni olana, geleceğe, oluş'a yönelik arzu" olacak...  (http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-dionysoscu-kotumserlik-romantik-kotumserlige-karsi/872)


Nesnesini ve İsmini Arayan Semptomlar
Zygmunt Bauman
Bir trompet sesi duydum ve uşağıma anlamını sordum. 
Hiçbir şey bilmiyordu ve hiçbir şey duymamıştı. Kapıda
beni durdurup sordu: "Efendi nereye gidiyor?" "Bilmiyo-
rum." dedim, "buradan gitmeliyim, buradan gitmeliyim
   sadece. Buradan gitmeliyim, gerisini de bilmem, ancak öy-
  le amacıma ulaşabilirim." "Yani amacınızı biliyorsunuz?" 
   diye sordu. "Evet," diye cevap verdim. "Söyledim ya. Bu- 
                                    radan gitmeliyim - amacım bu." [1]
         GİTGİDE BÜYÜYEN BİR KİTLE trompetleri duyup yerinde duramayacak hale gelir ve kaçmaya başlarsa, iki soru sorulur ve sorulmalıdır: Bu insanlar nereden kaçıyor? Ve bu insanlar nereye kaçıyor? Hizmetkârlar, efendilerinin bunu bileceğini düşünür ve Kafka'nın da dediği gibi varış noktasını sorar, bu konuda ısrarcı olurlar. Ancak efendiler, en azından tedbirli ve sorumluluk sahibi, en önemlisi ileri görüşlü olanlar (Paul Klee'nin / Walter Benjamin'in Tarih Meleği'nin acı hikâyesinden ders çıkarmaya hazır olanlar: Bilindiği üzere kendisi, önünde yıkıntılar göğe yükselirken, sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru karşı koyamadığı bir şekilde sürükleniyordu; gözleri geçmiş ve bugünün onu iten, neredeyse elle tutulur anlamsızlık ve dehşetine dikiliydi ve varış noktasını ancak hayal ya da tahmin edebiliyordu), genel olarak net bir cevap vermekten kaçınırlar, en fazla "nereden" sorusunu açıklamaya çalışmakla yetinmek isterler. Kaçmak için haddinden fazla sebepleri olduğunun, ancak sırtları Büyük Bilinmeyen'e dönük olarak koştuklarının ve ellerinde varış noktasını sezebilecekleri pek ipucu olmadığının farkındadırlar. Ancak bu cevap hizmetkârları şaşkına çevirecektir. Endişe ve öfke duygularını, panik ve gazap seviyesine çıkaracaktır. 
         Bugün, yakın zamanlara kadar -kriz tehlikelerine direnme ya da çözüm üretme konusunda mükemmel olmasalar da- etkili saydığımız çarelerle tedbirlerin vadelerinin dolduğunu ya da dolmak üzere olduğunu hissediyoruz. Ancak yerlerini ne ile dolduracağımıza dair pek fikrimiz yok. Tarihin insanlar tarafından yönetileceği umudu ve bunun getirdiği kararlılık, insan tarihinin peşpeşe sıçrayışları, beklenmezlik ve denetlenemezlik bakımından doğal felaketlerle yarışır hale gelip hatta onları aşınca, tamamen yok oldu. 
           Eğer "ilerleme"ye hâlâ inanıyorsak (ki asla kaçınılmaz bir akıbet değil), şimdi ona nimetle lanet karışımı bir şey olarak bakıyoruz, lanetleri gitgide artarken nimetleri hem daha az hem de daha seyrek hale geliyor. Atalarımız, yakın dönemlerde bile, geleceği umutlarını yatırmak için  en güvenli ve en vaatkâr yer olarak görürdü; oysa biz geleceğe öncelikle korku, endişe ve kaygılarımızı yansıtıyoruz: iş bulmanın gitgide zorlaşacağı, düşen gelirlerin bizim ve çocuklarımızın yaşam fırsatlarını azaltacağı, toplumsal statümüzün iyice kırılganlaşacağı, ömür boyu elde ettiğimiz her şeyin geçici hale geleceği, elimizde bulunan mücadele araçları, kaynakları ve becerilerinin karşımıza çıkan zorlukların ağırlığına kıyasla giderek yetersiz kalacağına dair korku, endişe ve kaygılarımızı... En önemlisi, hayatlarımız üzerindeki kontrolümüzün gitgide azaldığını hissediyoruz - kim olduğunu bilmediğimiz, bizim ihtiyaçlarımızı önemsemeyen, hatta belki düpedüz hasmane ve zalim oyuncularca oynanan bir satranç maçında ileri geri hareket ettirilen, onların hedefleri uğruna rahatça harcanabilecek piyonlara dönüşüyoruz. Çok da uzun olmayan bir süre önce daha fazla rahatlık ve daha az zahmet ile özdeşleştirdiğimiz gelecek, bugün tüyler ürpertici tehlikeler getiriyor aklımıza. Vazife için yetersiz ve ehliyetsiz olarak tanımlanmak veya sınıflandırılmak, değer ve haysiyetten mahrum bırakılmak ve böylece marjinalleşmek, dışlanmak, toplumun dışına atılmak...

 [1] Franz Kafka, "The Departure", The Collected Short Stories of Franz Kafka, Londra: Penguin, 1988, s. 449.

[Metis yayınlarından çıkan Heinrich Geiselberger'in derlediği "Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma adlı kitabında  Zygmunt Bauman'ın, "Nesnesini ve İsmini Arayan Semptomlar" başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, s. 30-32]


21 Aralık 2015 Pazartesi

post-it denemeleri










kelimeler, 
albayım.-- küçük bıçak darbeleri olacaktır hep zamanın ve nevzühur edecektir her savaşın sonunda. [nevzühur yerine zıpçıktıyı kullanacak değilim, bir çay sohbetinde belki. nevzühur geçenlerde hatırlamadığım bir yerlerde karşılaştığım kendini bilen, vakur duruşuyla beni cezbetmiş bir kelime... bazı kelimeleri zulaya atıp, ilk fırsatta kullanacağımız günü pusuda beklerken kendimizi bulabiliriz ve heyecanlı bir bekleyiştir.]



je déteste.-- delicesine sevilme ve onaylanma isteği statükoyu çağırır ve yeniden üretir tiksinerek baktığımız, her gün bıkmadan usanmadan taşladığımız kan emici gerçekliği. hiç bitmeyen  beğenilme ve her koşulda dikkate alınma hevesiniz egonuz ve kırılganlığınızla harman olup kelimelere tecavüz eder. cümleleriniz o kadar örselenmiş ve yaralanmıştır, o kadar kırılgandır ki  öfkeli ve fikrini yeniden inşa etmek isteyen okuyucunun ya da dinleyicinin beyninde titreşen frambuazlı bir jöleye dönüşür. söylediklerinizin yıldırım gibi düşmesini yeğlerdiniz; olmadı, olamadı. geçmişler olsun...





diye düşündü.-- "nezaket de çoğu erdem gibi bilginin bilgisizliğinden geliyor." nezaketin ezgisi anlamının ağırlığını taşıyamaz ama bu cümlede taşır gibi geliyor. [emine ayhan'a teşekkürler.] muktedirlerin, korkakların, haklı, komik ve iğneleyici olma fetişleriyle dolup taşmış köşe yazıları ve cümbüş masalarından çıkmış, şablonlara sığınmış yargılayıcı sözcükler, devletin askere göndermeden evvel saçları kesmek suretiyle kullandığı makasa benziyor.
o makasları silah olarak kullanan içine devlet kaçmış arkadaşlar, meslektaşlar, sevgililer, ebeveynler, akrabalar, hocalar, patronların ellerinden alalım, diye düşündü duhter-i rez.



artık değilsin.-- "Yaşamak ilerlemek olamaz, diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir.Yeniden karşımıza çıkacaklarını bilsek bile; ani atakları, geçmişe dönüp sorduğumuzda her fırsatta "savaştı" diye cevap veren ve kulaklarımızı tırmalayan inatçı yankıyı, etrafımızda konuşlandırılan çitleri, her fırsatta kelepçelenip karşısına çıkarıldığımız kanaat önderleri ve karar mercilerini de geride bırakarak yaşamaya devam edebiliriz...çünkü hakikati yaşayanlar bilirler ki ilerlediğini sananlar aptallar ve hazımsızlardır.


amor fati








Susan Sontag'ın günlüklerinde bugün konu dönüp dolaşıp ölüme geldi:"Ölüm hakkında süregelen nevrotik kaygımın en mantıklı cevabı: Ölüm yok oluştur- her şeyin (organizma, olay, düşünce, vs.) bir biçimi, bir başlangıcı ve sonu var- ölüm de doğum kadar doğal- hiçbir şey sonsuza kadar sürmez, sürmesini de istemeyiz- Ölünce öldüğümüzü bile bilmeyiz, dolayısıyla yaşamayı düşün! Hayattan talep ettiğimiz şeyleri denemeyimlemeden ölsek bile, öldüğümüzde artık fark etmeyecek- yalnızca şu anı kaybederiz- hayat yataydır, dikey değil- biriktirilemez, dolayısıyla yaşa, sürünme." 

ölümü düşünmek aslında "hiç"i düşünmekti Susan, şöyle ki: "canlı bireyin özünün değil varoluşunun sonlanışı olarak ölüm onun için bir hiçtir ve onun bilincine hiç bir kavram sunamaz. Başka bir deyişle bir hiçlik olan ölümü düşünmek bir hiçten ibarettir." http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,234,0,0,1,0

ölümün bende "nevrotik bir kaygı" olarak belirmesi çocukluğumda sabah ezanlarının fütursuzca en az beş imam tarafından primatları yataklarından fırlatmak suretiyle okunmasıyla ortaya çıkmıştı, neyse ki geçti.

17 Ağustos 1954'te eşi Susan Sontag'tan ananaslara süzme peynir eklemesini istiyor. Ben de bunu fırsat bilerek Buca ilçemizde ananaslı pizza yapan bir mekanı anıyor ve ananasları rahat bırakalım diyorum. rica edicem artık ananasları deneyselliğimize karıştırmayalım, onlar bunu hak etmiyor.

[aceleci bir paylaşım oldu, günlüğü kurcalayıp izlenimlerimi aktarmaya devam edeceğim.]       
                                                                                      Liebe Grüsse.

6 Ekim 2015 Salı

yersiz-yurtsuzlara ait bir oda

Evsizlere Sığınak

"Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir," diyordu Nietzsche Şen Bilim'de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi 
evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir bu - hala herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."                 
                                                                                                Adorno



Dile, ele, kamyonarkası yazılarına pelesenk olmuş kurtarıcı bir aforizma: "Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."  Tesadüfi bir şekilde döne dolaşa yine bu karşılaşma gerçekleşti. Derdim, Adorno'nun ev ve mülkiyet üzerine yazdıklarına ulaşmaktı aslında. Evsizlere Sığınak'ta tecelli etti. Velhasıl derdim yersiz-yurtsuzlaşma, ev ve sahip olunan nesne ile kurulan ilişki ve çatışma haliydi...
"Şu kendine ait bir oda" konforu hiç yaşamadan büyüyen bir çocuk olarak büyük ve geniş bir evin hayalini hiç kurmamıştım aslında ama sadece bir oda...Hep başkalarının seslerinin yankılandığı duvarların olduğu bir evde büyüyünce duvarlar gerçekten sizinle konuşmaz oluyor ve siz de kendi benliğinizde o seslerin yankılarını işitiyorsunuz. O yankıları ne kadar "büyüdüm, kadın oldum." derseniz diyin hep içinizde duyuyorsunuz. Sesleri azalıyor ama duyuyorsunuz. 
24 yaşıma geldiğimde artık başka bir şehirdeydim ve bir odam olmuştu. O yankılar ruhumu titretmiyordu belki, bendeki yansımaları çok daha belirsizdi ama kazınmıştı işte kaçmak duygusuyla beraber; çocukken etime atılan dikişler gibi ölünceye dek benimle olduğunu bilmiştim artık.
Geçen ay, en az büyük bir odası olan bir eve taşınma kararı aldım, aradım ve yine olmadı, vazgeçtim sonunda... sonra çocukken Heidi gibi yuvarlandığım dağların eteklerinde fotoğraftaki evi çektim. Bana ait olmayan evlerleydi aslında derdim. İçine bir düşsem, bir yerleşsem yine aynı huzursuzluğu doğuracaktım. İzmir'deki odama döndüğümde bu ahlaki ödevi yine kendime duyurdum: "Kendi 
evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır."  

Foucault geçti piyanonun başına sonra portresinde sözcüklerle:
"Aslına bakarsanız, tam olarak ne olduğumu bilmem gerektiği kanısında değilim. Yaşamın ve çalışmanın temel amacı, kişinin başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır. Bir kitaba başladığınız zaman, sonunda ne diyeceğinizi biliyorsanız, bunu yazma cesaretine sahip olacağınızı düşünür müsünüz? Yazma konusunda veya bir aşk ilişkisinde geçerli olan, yaşam için de geçerlidir. Oyun, ancak sonunda ne olacağını bilmediğimiz zaman oynamaya değer olur."

Bu odada geçirdiğim her an aslında başka benleri inşa etmek üzere kendinden çıkmak gibi olmalıydı. Bütün oyunlarım ancak o zaman belki de oynamaya değer olurdu...




23 Mayıs 2015 Cumartesi

deli, yanar.


kan şekerim düşmüş, başım dönüyorken inatla Tarkovski'nin Nostalghia'sındaki "deli"nin yanmadan önce haykırdığı düşü yazıya dökeyim diye düşündüm ve sonra neden kendimle inatlaştığımı...Baş dönmemi ve açlığımı bahane etmeden de orada olmalıyım diye düşündüm, onu yazarken kendimi bulmalı. Zayıflıklarımızın esiri olmayı "insanlık" hali olarak bilmenin dayanılmaz hafifliği ve sinsice zevk veren bu tembellik halinin zaman içinde genleşip metastazla nasıl da tüm bedeni ele geçirdiğini düşündüm. İnsanlara hastalığın meşruiyetinde dinlenecek ve işten güçten uzaklaşacak olmanın verdiği o gizli hazzı... 

Meşruiyet ve onaylanma beklentisi olmadan da çekip çıkarmak gerekir o uzaklaşma halini. Yasaların,ahlakın ve tüketimin kölesi olmuş bir toplumda tüm bunların bir anlamı olmalıydı. Ulus Baker'in de güzel ifadesiyle: "Her şey Spinoza'nın doğal felsefesinden kurtulmak üzere modern çağların yediği haltların toplamını gösteriyor. Spinoza diyordu ki, ilkel olduğumuz ve çocuklar gibi kendi hallerimizi yönetmeye muktedir olmadığımız ölçüde emirlerle güdülürüz. Bu bir "performatifler yasasıdır". Adem elmayı yemenin kendine zarar vereceğini bilecek durumda değildir, bu yüzden Tanrı ona elmayı yemeyi "yasaklamak" 
zorunda kalır. Ama kapitalizmin "rasyonalitesi" para getirecek herhangi bir şeyi yasaklamak istemeyeceğinden, eğer kendime mazoşistik bir işkence çektirmek istersem,üzerinde "do not use for..." gibisinden bir etiket basılı bir kırbacı üretip bana satacaktır." http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,215,0,0,1,0)








"İnsanoğlu dinle!
İçimde hangi atam konuşuyor?
Hem aklımda hem bedenimde
aynı anda yaşayamam.
Bu yüzden tek kişi olamıyorum.
Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.
Fazla büyük usta kalmadı.
Zamanımızın gerçek kötülüğü budur.
Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış.
Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.
Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltıları girmeli.
Her birimizin gözlerini ve kulaklarını büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız.
Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı, yapmamızın bir önemi yok.
O isteği beslemeliyiz ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi...
Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız el ele vermeliyiz.
Sözüm ona sağlıklıları sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız.
Siz sağlıklı olanlar, sağlığınız ne anlama gelir? 
İnsanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor.
Özgürlük faydasız eğer gözlerimizin içine bakmaya, yemeğe, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa.
Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı olanlardır.
İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş ve sonra kül
ve külün içinde kemikler
kemikler ve küller...
gerçekliğinde veya hayalimde değilken, ben neredeyim?
işte yeni anlaşmam: geceleri güneşli olmalı ve ağustos da karlı,
küçük şeyler sona erer, büyük şeyler baki kalır.
toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli
sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz, yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz suları kirletmeden.
deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası?
Şimdi müzik, müzik!
Ah anne!
havanın etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış."



21 Nisan 2015 Salı

"nisan ayların en zalimidir."

sol  omzumda sevgi sağ omzumda uğur
baş harflerini büyük yazmayacağım
biri şeytan biri melek bağzen rolleri değişiyorlar
omzuma konuşlandırdığım tahterevallide biri şeytan biri melek
şeytanla işbirliği yapmaya karar verdim dediğimde yine tahterevallide bu düşüş ve kalkış başlıyor.
"hepimiz dengelerden şikayetçiyiz."
fikrime ses oluyorlar ya da suskunluğuma çare.

asansör çağırıp merdivenleri iniyorum birer birer.
merdivenleri birer birer.
asansör çıkıyor.
fikrim yanıyor.
bir düştü, yanıyor.
çakmağı ben çaktım.
o bir düştü, zamanını bekliyordum.
yanlış zaman, yanlış insan yanlışına düşmek de bir avuntu mudur, nedir?
avunmak yalanına düşmeyeceğim.
şaşırmak, güzeldi.
başlarda, güzeldi.
dile geldi, sözcüklere döküldü ve susuldu, şaşkınlık sindirildi.
odamın duvarlarında çiçek dürbünü perdesi aralanıyor.
fikrim ne zamansa yansa, dilime prangalar geçirse tutuşan fikrim
kaleydoskop filmi sahneleniyor odamda.
renkler birbirine geçiyor. renkler konuşuyor.
her şey karışıyor, galiba deliriyorum.
sustukça deliriyorum.
ve büyüyorum.
her şarkı başına bir dal sigara yakıyorum.
"bağzen ağzımdan çıkanın hiçbir hükmü yoktur." peki bunu biliyor muydun?
sadece dökülsün diye içimdeki yük limana, öyle konuşuyorum ben.
anlatırım da anlatırım olanı biteni.
peki denize atlar mıyım o sözcüklerle ben limandan?
atladığım hiç vaki değildir.
buradayımdır delişmen gözlerle bağırırım ya da severim, dokunurum, sarılırım kızarım ağız dolusu söverim ona.
a'ları yumuşatamam da ben. farabi diyemem, vaki ya da vakıf diyemem.
"everybody hurts" bir yerde o zaman senle ve sizinle ben alıp kendimi İrlanda'ya kaçsam?
Sizi ve seni saklarım tüm bu boktan olup bitenden,
Nevresimlerden, minderlerden çadırlar yapar saklarım bıçak darbelerinden.
Sizi derken mesafeliyim çünkü bir ihtimal belki yine tanışırız seninle.
ayde göğe bakalım diyenleri de sustururuz icabında.
sonra dönüp birbirimize bakarız.
İmleç yanıp sönüyor, yorgun.
uyku vakti gelmiş, kapanıyor bu sayfa ve bir daha açılıyor.
Bir şarkıyla daha veda ediyor:


Resim yazısı ekle




25 Şubat 2015 Çarşamba

Öyle.


Şiire şiirle karşılık verdiğim doğrudur. bkz: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10153448684885254&set=a.10151298549450254.808187.760880253&type=1&theater Bağzı şiirler yüzünden saçımı kesebilirim Anna./ Mutfak alışverişlerine çıkabilirim./ Ergen telaşlarına kapılabilirim Anna./ Hiç olmadık işlere burnumu sokabilirim./ Beni Anlıyor...? /Beni Anlama Anna, yok! /Sen en iyisi beni hiç anlama. 
Herkesin Annası kendine.
Şiirlere inanmadığım da doğrudur ve onlara ağız dolusu küfürler ettiğimde.
Peki hepimizin kalbinin tam orta yerine bir curcuru kurbağası konuşlandığı doğru mudur? 
Belki.
Ben çakmaklarımı hep kaybederim ve çorabımın bir tekiyle hep kavgalıyım.
Cebimden bozuk paralar sağa sola saçılır, ağır ve ağır çekimde...
Beş karış havadayımdır ben biraz fikrimle, uçarım.
Ya da demir eksikliği kim bilir?
Kimyamı boklayacak değilim.
Canımı sıkarsa boklarım, dert değil.

Uçarken dönen bir deli topaçtım üzerimde bıçaklar vardı, kanadım ve kanattım.
Sonra merdivenler açılıverdi topaçtan el verdim, katıma çıkardım.
Beraber uçalım dedim.
Uçalım?
Kanamadan, kanatmadan...
Mümkün müdür?
"Bütün mümkünlerin kıyısındayım." dedim, inandım.
Hala bir yerler kanıyor...


Molina ve Valentine ile yine konuştum bugün.Şiddetli geçimsizlikten müebbet yedik,  şiddete inanırım.
Örümcek kadının öpücüğünü bilir misiniz?
Bilmiyorsanız gidip tanışın. Başka bir yazıda anlatırım. İkinci cemreler yine düştüğünde yine burada buluşalım.


Şunu da şuraya şöyle koyayım: 


aslı serin- "yolsuz."

                                                             

Paylaşella