6 Ekim 2015 Salı

yersiz-yurtsuzlara ait bir oda

Evsizlere Sığınak

"Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir," diyordu Nietzsche Şen Bilim'de. Bugün eklememiz gerekir: Kendi 
evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir bu - hala herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."                 
                                                                                                Adorno



Dile, ele, kamyonarkası yazılarına pelesenk olmuş kurtarıcı bir aforizma: "Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."  Tesadüfi bir şekilde döne dolaşa yine bu karşılaşma gerçekleşti. Derdim, Adorno'nun ev ve mülkiyet üzerine yazdıklarına ulaşmaktı aslında. Evsizlere Sığınak'ta tecelli etti. Velhasıl derdim yersiz-yurtsuzlaşma, ev ve sahip olunan nesne ile kurulan ilişki ve çatışma haliydi...
"Şu kendine ait bir oda" konforu hiç yaşamadan büyüyen bir çocuk olarak büyük ve geniş bir evin hayalini hiç kurmamıştım aslında ama sadece bir oda...Hep başkalarının seslerinin yankılandığı duvarların olduğu bir evde büyüyünce duvarlar gerçekten sizinle konuşmaz oluyor ve siz de kendi benliğinizde o seslerin yankılarını işitiyorsunuz. O yankıları ne kadar "büyüdüm, kadın oldum." derseniz diyin hep içinizde duyuyorsunuz. Sesleri azalıyor ama duyuyorsunuz. 
24 yaşıma geldiğimde artık başka bir şehirdeydim ve bir odam olmuştu. O yankılar ruhumu titretmiyordu belki, bendeki yansımaları çok daha belirsizdi ama kazınmıştı işte kaçmak duygusuyla beraber; çocukken etime atılan dikişler gibi ölünceye dek benimle olduğunu bilmiştim artık.
Geçen ay, en az büyük bir odası olan bir eve taşınma kararı aldım, aradım ve yine olmadı, vazgeçtim sonunda... sonra çocukken Heidi gibi yuvarlandığım dağların eteklerinde fotoğraftaki evi çektim. Bana ait olmayan evlerleydi aslında derdim. İçine bir düşsem, bir yerleşsem yine aynı huzursuzluğu doğuracaktım. İzmir'deki odama döndüğümde bu ahlaki ödevi yine kendime duyurdum: "Kendi 
evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır."  

Foucault geçti piyanonun başına sonra portresinde sözcüklerle:
"Aslına bakarsanız, tam olarak ne olduğumu bilmem gerektiği kanısında değilim. Yaşamın ve çalışmanın temel amacı, kişinin başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır. Bir kitaba başladığınız zaman, sonunda ne diyeceğinizi biliyorsanız, bunu yazma cesaretine sahip olacağınızı düşünür müsünüz? Yazma konusunda veya bir aşk ilişkisinde geçerli olan, yaşam için de geçerlidir. Oyun, ancak sonunda ne olacağını bilmediğimiz zaman oynamaya değer olur."

Bu odada geçirdiğim her an aslında başka benleri inşa etmek üzere kendinden çıkmak gibi olmalıydı. Bütün oyunlarım ancak o zaman belki de oynamaya değer olurdu...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Paylaşella