11 Mart 2010 Perşembe

Düzenli yaşam iktidarı ve hunhar kuşatması...


Hunhar ve hunharca, pelesenk oldu yauv dillerime, ellerime...neyse bunun bir önemi yok...Sıkıntım olan birkaç mesele var onlara değineceğim...Tezden kaçmıyorum kesinlikle...Facebook'taki, bugün tezin için ne yaptın grubuna, tezimden daha az yazıyor olduysam bu aralar, bir gelişme var demektir.

Kapitalizm ve şizofreniye değinmiştim geçen günlerde daha doğrusu alıntı bapmıştım...Foucault ve Deleuze'le bu ara baya sevişgenim onun da etkisi var...Amma velakin bir de bunun oldukça ilişki olaraktan düzenli yaşam ve şizofreniye değinmek lazım gelir diye düşünüyorum...

Bundan iki sene öncesine şöyle bir gittim de..Mezun olduğum zamanlar...(Sour Times da çalmaya başladı; hiç duramaz böyle anlarda...) Teyzeler, amcalar, dayılar eski dosttlarr eski dostlar...arkadaşlar, köprüaltı camcamların, ee Rez ne yapıyorsun? Ne yapacaksın sorularının hava, rüzgar, kasırga muhalefetiyle karşı karşıya kaldığım ekşi zamanları kastediyorum...O an o donmuş, titreksiz, hissiz, gel-gitsiz gözbebeklerinin içinden hayatın dayattığı beklentileri okuyabiliyordum...Ve kendime Alice gibin ormanlara, hayal alemlerine savurup, koala, penguen ve martıların bolca bulunduğu miyav kedi gibi takılabileceğim bir dünya yaratıp, beyin kukulasyonundan delice kaçıyordum...

Hayır ya hayır...İşim yok benim! Düzenli bir hayatın şakşakcısı değilim bebeğim! Yatış, kalkış saatlerim belli değildir benim...Sabah yedi'de yatabilebilirim, öğleden sonra kalkarım dilersem..

Ee neler yapıyorsun peki Rez? İşte canım kutu neyn yapıyorum, ailecağızıma yardım ediyorum falan bu arada rengarenk oluşları hoşuma gidiyo peluşlar, çinçilalar..(boş bakışlar karşımda) hmm bir de yüksek lisans işte devam edeceğim böyle, yol bu değil mi...yaşıyoruz işte...

Aa rez kutu mu yapıyosunuz ne tatlı ( ama tatminsiz kuku taklidi yapan bir surat var karşımda!) Sonuç itibariyle düzenli bir maaş yok, devlet güvencesi altında değilim nihaaa!! ( çok acı!) işe gidiş geliş saatlerim belli değil neyn....

Artık hayatı algılayış bu kadar basitleşti işte..düzenli bir maaş..dengeli beslenme...yatış kalkış saatlerinin belli olması...aman yarabbi yazdıkça bile boğuluyorum!

Evet yavrum dengeli besleniyorum ama hayattan ve karşılıklı......Her çeşit besinden yeteri kadar alıyorum kendimce!!! ama dikkat edersen kendimce...Müziğinden, edebiyatından, kadınından, erkeğinden, böcüğünden,çiçeğinden, kaldırım taşlarından, toprağından, suyundan...aşklar oluyorum...aşklar yaratılıyorum..aşk oluyorum!

Düzenli yaşam kuşatılmışığıyla içselleşmiş bir köle olmak var zamanla...ve bu yaşam biçiminin herkesi birbirine benzettiği üniformalı içi geçmişlerden mi olmak istiyorsunuz?Hareketlerine çeki düzen verilmiş, içinden geldiği gibi dansetmeyen, haykırmayan, isyan etmeyen, aşık olamayan bir kabız...yüzünün bütün çizgilerinde bir zor.. disipline edilmiş bir hayat...sürekli bir güven ihtiyacı ve korku duygusunun sindiği kıvrımlar..kıvrılamayanlar daha doğrusu...

sarmaşık gibi ucu bucağına dokunmak lazımdı halbuki hayatın..Bejan Matur'u anmadan olmaz...bir sarmaşığın kalbiyle düşünmek lazım...Yaşamak o kadar ciddi bişey işte...

7 Mart 2010 Pazar

Çiftlerin Dokunulmazlığı ve Bıdı Bıdılar.

“Çift” ilişkilerinin sosyal yaşamı istila etmesi ve çiftlerin başkalarının hayatlarına karşı aslında ne kadar kayıtsız ve özensiz olabildikleri bir sorun olarak görülmüyor. Oysa sosyal hayatımız çift usulü yaşamın hükümranlığında


Sevgililer Günü son yıllarda o kadar popüler oldu ki, çiftlerin 14 Şubat’ı “özel bir şey” yapmadan geçirmesi hiç makbul değil. Şirketler sevgilerini kutlayan çiftler için vitrinlerini aşk işaretleriyle süslüyor, 14 Şubat için piyasaya özel ürünler sunuyor. Yeme-içme ve eğlence mekânları çiftler için özel menüler hazırlıyor, konserler düzenliyor. Öte yandan, Sevgililer Günü’nün eleştirisi de gitgide yaygınlaşıyor. Hem Türkiye’de hem de dünyada, feministlerden sosyalistlere geniş bir grup, Sevgililer Günü’nün arkasında yatan ticari mantığı hedef alıyor, aşk gibi insani duyguların metalaşmasını eleştiriyor. Haklı olarak, şirketlerin amacının kâr etmek olduğunu, bunun için de iki insan arasındaki aşk, sevgi ve bağlılığı istismar ettiklerini söylüyorlar.
Ancak bu eleştiri piyasa mantığının mahrem ilişkilere kadar sızmasına tepki göstermekle sınırlı kalıyor. Çiftler ve “çift olma hali” eleştiriden muaf tutuluyor. “Çift” ilişkilerinin sosyal yaşamı istila etmesi, çiftlerin başka insanlara ve başkalarının hayatlarına karşı aslında ne kadar kayıtsız ve özensiz olabildikleri bir sorun olarak görülmüyor. Oysa sosyal hayatımız çift usulü yaşamın hükümranlığında. Hayatını sevgi, güven, bağlılık ve dayanışma içerisinde geçirmek isteyenler, yani herkes, bir eş bulmak zorunda. Yaşadığımız dünyada çift yaşamına alternatif olabilecek bir ilişki biçimi şu an için mevcut değil. Dostluktan kardeşliğe, arkadaşlıktan yoldaşlığa, hayatta başka hiçbir ilişki, insanlara sürekli olarak güven, mutluluk ve huzur verebilecek düzeyde kuvvetli bağlar üzerine kurulu değil. Bu da bir sorun, zira bu durumda insanların mutlu bir şekilde yaşaması için çift olmak dışında bir seçenekleri yok. Yani, eşimizi bulup çift hayatı kurmazsak, yalnız kalmayı kabul etmek durumunda kalıyoruz.

Zayıflayan bağlar
Çift ilişkisine alternatif olabilecek insan ilişkilerinin yokluğu bir yana, çiftlerin yaşama tarzı da ziyadesiyle sorunlu. Çiftlerin birbirlerine bağlılıkları kuvvetlendikçe diğer insanlara karşı alakaları aynı oranda sınırlanıyor. Bunun sebebi çiftlerin mahremiyetlerini romantik yaşantıları ile sınırlı tutmamaları, tam tersine mahremiyetlerini hayatlarının her alanına yaymaları. Böylelikle çiftlerin yaşamlarının her alanı sadece iki kişilik oluyor, başka kimse onların hayatına dahil olmuyor, olamıyor. Çiftlerin mutluluğu, endişesi, dayanışması da iki kişilik, orada da bir üçüncüye yer olmuyor. Bu açıdan, çift aidiyeti diğer insanları kapsayan değil, dışlayan bir aidiyet. Çiftlerin sevgisi ve ilgisi, münhasıran birbirlerine yönelik. Tüm özen ve incelikleri birbirlerine ayıran çiftler, diğer ilişkilerine giderek daha az emek veriyorlar. Sevgilileri dışındaki insanlara azami özen göstermek onları da gözetmek gerektiğini zamanla unutuyorlar. Çiftler yakınlarını tabii ki düşünüyorlar, ama eskisi kadar değil. Dostların olduğu ama sevgililerin olmadığı o günlerdeki kadar asla değil. Dostlar, en iyi ihtimalle, bir eşitten, bir yoldaştan “özen gösterilen” bir arkadaşa doğru evriliyorlar. Gittikçe kendi içlerine kapanan çiftler, başkalarının hayatıyla ilgili eskisi kadar sorumluluk da hissetmemeye başlıyorlar. Bu tutum çiftlerin kendi içindeki bağını kuvvetlendirirken, dışarıya dönük bağlarını olabildiğince zayıflatıyor. Çiftlerin hayatında diğer tüm insan ilişkilerinin ehemmiyeti azalıyor. İnsanlar kaderlerini eşleriyle birleştirirken, dostları ve arkadaşları ile yalnızca “görüşüyorlar.

Çift ilişkileri bu kadar yaygın ve baskın olunca, diğer tüm insan ilişkileri daha da tavsıyor. Bu ilişkiler zayıfladıkça insanlar çift olmak dışındaki ilişkilere gittikçe daha az itibar ediyor. Onun yerine maddi kaynaklarını ve manevi emeklerini kendilerini yanında huzur ve güvende hissedecekleri bir eş bulmak için seferber ediyorlar.
Kanıksadığımız için, çiftlerin yaşam tarzını onların mahremiyetinin bir parçası olarak kabul ediyor, hatta bunu iki insan arasındaki sevgi ve bağlılığın ifadesi olarak görüyoruz. Halbuki, çiftler arasındaki ilişkiye tam aşina olmamış biri için, çiftlerin yaşama tarzı mahremiyetten ziyade bir çeşit mahrumiyet ifade edebilir. Ünlü edebiyatçı Carson McCullers’ın başyapıtı olarak kabul edilen, Düğünün Bir Üyesi adlı romanın kahramanı Frankie, bu insanlardan biri. Frankie, Amerika’nın güneyindeki küçük bir kasabada yaşayan 13 yaşında bir kız. Dünyadaki yerini ve aidiyetini tam olarak anlayamıyor ancak hiçbir hayat belirtisi olmayan bu kasabada mutlu olamayacağını çoktan fark etmiş. Çok sevdiği abisinin yakın zamanda yapılacak düğünü Frankie’nin tek kurtuluş umudu oluveriyor. Böylece diye düşünüyor Frankie, çok sevdiğim insanlar, abim ve müstakbel karısı ile birlikte mutlu olabilirim; balayına onlarla birlikte gidebilir, sonra yine onlarla birlikte bu kasabadan uzaklaşabilir, başka yerlerde yaşayabilirim. Düğünün bir üyesi olabileceğine içtenlikle inanıyor Frankie. Çiftin mutluluğuna ve yaşamına dahil olabileceğine... Çiftlerin sadece iki üyesi olabileceğini, abisi ile eşinin yeni ve vaatlerle dolu yaşamına dahil olamayacağını bir türlü idrak edemiyor. Abim beni sever ve gözetir, beni muhakkak götürecektir diye düşünüyor. Oysa abisi Frankie’nin varlığını daha düğünde unutur. Frankie abisini göremeden onlar balayına gitmiştir bile. Korkunç bir hayalkırıklığı yaşar Frankie. Abisinin onu yapayalnız bıraktığını ve yaşayacağı güzel hayattan Frankie’yi mahrum ettiğini düşünse de, yaşamın böyle olduğunu ve herkesin böyle yaşadığını kabul etmek zorunda kalır. Artık büyümüş ve dünyadaki yerini öğrenmiştir.
Çiftlerin yaşama tarzları, gerçekten de diğerlerine “dışarıda” oldukları duygusunu veriyor. Çiftlerin mahremiyetlerini sosyal hayatın tümüne yayan ve alternatifi de olmayan bu kültürel yapıyı kolektif mutluluk peşinde koşan siyasi ve toplumsal hareketler mutlaka eleştirmeli. Başka bir dünyayı mümkün kılmak için, yalnızca ekonomik ve siyasi ilişkileri değiştirmek yetmez, kolektif mutluluğa engel olan sosyal/kültürel ilişkilerin de değişmesi gerek. Başka bir dünya için, çift hayatına alternatif olabilecek, güçlü bağlılıklara dayalı, insanlara güven, mutluluk ve eşitlik duygusu veren, kapsayıcı olan, başkalarıyla kader ortaklığı yapabileceğimiz ve onların derdine ortak olabileceğimiz başka tür insan ilişkileri üzerine düşünmeliyiz. Bu esnada, Musa Anter’in dediği gibi, “sevginizi bir çatı altında inhisar etmeyiniz”.


ESRA SARIOĞLU: Binghamton Üni., Sosyoloji, doktora



ve rez diyor ki; cırt!

14 şubat günü bunu okuyunca aşka gelmiş, bu şukela fikirlere katılmamak elde değil ulean ne zamandır düşündüğüm, geyik, tartışma ortamlarında her türlü savunduğum düşünceleri yazan bir insan evladı çıktı dediydim..Hatta "dışardaki sevgi pıtırcığı ortam beni yordu hafız...14 şubat günü ne hikmetse sevgililer amip gibin sporla çoğaldılar böyle 14 şubat'a özel belden sarılmalar elele tutuşup etrafa bakmalar falan...pembe agu gugu mugu halleri..oyy ikrah ettim bu yalan romantizmden.." şeklinde kusarcasına serzenişte ve sövüşte bulunduydum kuku beyinli hatunlara!..Ve yine "kadınların kimliğini, erkeklerin onlara bakışından, düşünden, fantezisinden kısacası mayhoşlaşmalarından tanımladığını ve resmen varoluşlarını bu koşulların üzerine oturttukları müddetce toplumsal bi gelişim beklemenin de pek akla yarar olmayacağını söylemişimdir defalarca orada burada...Erkeğinin kollarında, aidiyetin huzurundan başka hayattan beklentisi olmayan kadınlar, eti cici bebeler var dört
bi yanda...ki zaten çoğunluktalar...işte bu yüzden bu makale onlara gitsin..." diyerek çükcülerin dokunulmazlığını tekrardan sorgulayıvermiştim...Çünkü "Kapitalizm ve Şizofreni" de bahsedilen kodlamalardan biri de düzenli ve çiftli ilişki kuşatması ve dokunulmazlığıdır.Düzenli bir hayat oo yeah halleri ve herşey yerli yerinde yine diyerek (maaş, ilişki, takım elbiseler...) böyle bir hayatı olumlamak da o flüksün işine gelen bir yaşam biçimini giyinmekten başka bişey değildir..Bu içselleştirilmiş uyku hali de yaralı ceylanlarımız için oldukça güvenilirdir.Önemli günler ve haftalar konusunda duyarsız bir panda olsam da Kadınlar Günü diye bıdı bıdı yaptık hatırlıyoruz bişeyler madem, bunu da paylaşıyım dedim!

Okumak lazım!




"Kapitalizm ve Şizofreni arasındaki yakın ilişki, her ikisinin de deşifre edilmiş haliyle deşifre edilen flüksler üzerinde yerleşmesi ve kurulmasıdır. Bu deşifre nasıl oldu? Şu iki zorunluluğu hiç unutmamak gerekir: Yani şizofreni ile kapitalizmin temel benzerliğini, fakat aynı zamanda bu temel benzerlikte, delilik üzerindeki baskının kapitalizmde kapitalizm-öncesi oluşumlara oranla inanılmayacak derecede katı ve çok daha spesifik bir şekilde meydana gelme nedenini de bulmak gerekir. Belli bir durumda bir ekonomi politik, bir libidinal ekonomi var, ve başka bir durumda bir deşifre edilmiş flüksler ekonomisi var..."

GÜCÜN AŞIĞI OLMA!

“Siyasi eylemi tekleştirici ve bütünselleştirici paranoyadan kurtar. Eylem, düşünce ve arzuları çoğaltma, bitiştirme ve ayırmayla geliştir, alt-bölümleme ve piramidal hiyerarşiyle değil. Bir iktidar biçimi ve gerçeğe ulaşma yolu olarak batı düşüncesinin nicedir kutsal kıldığı olumsuz’un (yasal sınır, iğdiş etme, mahrumiyet, eksiklik) eski kategorileriyle işbirliği yapmaya son ver. Olumlu ve çoğul olanı tercih et: Farklılığı bir örnekliğin, akışları birliklerin, hareketli düzenlemeleri sistemlerin üzerinde tut. Üretkenin durağan değil göçebe olduğuna inan. Kişinin, savaştığı şey iğrenç bile olsa, militan olmak için asık suratlı olması gerektiğini düşünme. Arzunun gerçekle bağlantısıdır, devrimci kuvvet taşıyan (temsil biçimlerine yenik düşmek değil). Düşünceyi, ne siyasi pratiği Hakikatin içinde temellendirmek için kullan; ne de siyasi eylemi salt spekülasyon olarak düşünceyi gözden düşürmek için kullan. Siyasi pratiği düşüncenin genişleticisi olarak ve analizi siyasi eylemin müdahalesi için biçimlerin ve alanların bir çarpanı olarak kullan. Siyasetten, felsefenin onları tanımladığı şekliyle, bireyin ‘hakları’nın restorasyonunu talep etme. Birey iktidarın ürünüdür. Gereken, çoğaltma ve yerinden etmeyle, farklı çeşitlemelerle bireylikten uzaklaşmadır, birey-sizleşmedir (de-individualisation). Grup, hiyerarşi içindeki bireyleri birleştiren organik bağ olmamalıdır, fakat sabit bir birey-sizleşme jeneratörü olmalıdır. Gücün aşığı olma.”

Michel Foucault’nun "Kapitalizm ve Şizofreni" için yazdığı önsözden..

Kapitalizm ve şizofreni

Nedir bir toplumun bedeni üzerinde olup biten? Flüksler, daima flüksler. Ve kişi de bir flüks kupürüdür her zaman. Bir kişi bir flüks üretimi için bir çıkış noktasıdır daima, bir flüks alımı için bir varış noktasıdır, herhangi bir türden bir flüks; ya da birçok flüks için bir kesme, bir engellemedir.

Bir kişinin saçları varsa, bu saçlar birçok aşama geçirebilir: bir genç kızın saç şekli evli bir kadınınkine benzemez, dul bir kadının saç tarama şekline benzemez: Tam bir saç şekli kodu vardır. Kişi, bu saçları taşıdığı şekliyle, kendisini geçen ve kendi durumunu aşan saç flükslerine göre kendisini tipik olarak bir engel şeklinde gösterir, ve bu saç flüklerinin kendileri de kodlanmışlardır, çok farklı kodlara göre: dul kadının kodu, genç kızın kodu, evli kadının kodu, vs. Kodlamanın ve territoryalleştirmenin temel sorunu budur finalde, yani temel araç olarak flüksleri her zaman kendisiyle kodlamak: Kişileri damgalamak, (çünkü kişiler flüksleri engellemekte ve kesmektedirler, flükslerin kesme noktalarında yer almaktadırlar).
Fakat, kişileri damgalamaktan çok -kişileri damgalamak görünürdeki yöntemdir- kodlamanın daha derin bir fonksiyonu vardır, yani, bir toplum sadece bir şeyden korkar: Tufandan; bir şeylerin eksik olmasından korkmaz, yokluktan, kıtlıktan korkmaz. Onun üzerinden, onun sosyal bedeni üzerinden bir şeyler akar, ama biz bunu bilmeyiz, kod, kural olmayan ve hatta o topluma göre kodlanamaz gibi görünen bir şeyler akar.

Gilles Deleuze

Devam ediyoruz...

Paylaşella